Labels

Sunday, August 5, 2018

Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları: Toprak



Yazar: Buket Uzuner
Yıl: 2015

Karadeniz’in güzide kenti Çorum en çok leblebisiyle, İskilip pilavıyla ve (ne yazık ki) “Senin yaptığını Çorumlu yapmaz” deyişinin öznesi olmak ile ünlüdür. Halbuki Çorum, Hititler gibi büyük bir medeniyete başkentlik etmiş, tarihteki ilk eşitlik ilkesine dayanan anlaşma olan Kadeş Antlaşması’na ev sahipliği yapmış tarihi bir kenttir. Buket Uzuner de uyumsuz Defne Kaman’ın maceralarını anlattığı Toprak kitabında Çorum’un bu tarihi yönünü okuyucularına hatırlatıyor.

Türkiye gibi hangi karışını kazsan tarihi eser çıkacak topraklarda uyuşturucu ve silah kaçakçılığından sonra en yaygın kaçakçılık tarihi eser kaçakçılığıdır. Fakat, ülkemizde tarihi eser kaçakçılarına defineciler gibi sevimli isimler takılıyor. Halbuki tarihi eser kaçakçılığı hırsızlığın en alalarındandır; hem tarihin hem milli gelirin yasadışı yollarla vergisini ödeyen tüm yurttaşlardan çalınmasıdır.

Sosyal konulara ve ninesi Umay ninenin de etkisiyle Eski Türk geleneklerine düşkün olan gazeteci Defne Kaman dörtlemenin ikinci serisi olan bu romanda Çorum’daki tarihi eser kaçakçılığını araştırmak için Çorum’a gider. Su romanındaki karakterler olan Umay nine, Sefahat ve komiser Ümit’e ek olarak Karaca, emniyet müdürü, Çorum valisi ve Güneş Türkiye’deki ideolojik farklılıkları ortaya koyuyor. Karaca, günümüzün başkaldırıcı, Gezi protestolarına katılan, interneti çok iyi kullanan gençlerini temsil ediyor. Emniyet müdürü ise kötü bir insan olmamakla beraber, hakim olan iktidar ve ideolojiyi simgeliyor. Çorum valisi de iktidarın hakim olduğu hiyerarşinin içinde kendi vicdanının sesini dinlemeyi çalışan sıradan ve mütevazi biridir. Zira ismini de kadim öykücü Sabahattin Ali’den almıştır. Güneş ise Türkiye’deki ataerkil geleneklere uymayan Amerika’da yaşayan arkeoloji profesörüdür. O da orta yaşlı, toplumun normlarından farklı düşünenleri temsil eder.

Su romanına göre biraz daha kötümser olan bu romanda Defne’nin iç dünyasına daha çok yaklaşıyoruz. Güneş’le olan yaşadıkları, babasıyla olan yüzleşmesi Defne’nin kalbine dokunmamızı sağlıyor. Bir kadının uzun bir zaman sonra bir erkeğe gönlünü kaptırması ve bu duygularının babasıyla olan ilişkisiyle alakasını anlıyoruz. Babasından sevgi gören kızların başka erkeklere nasıl korkusuz yaklaştığını, bu sevgiden mahrum kalanların ise nasıl temkinli olduğunu hatırlıyoruz. Kötümserlik, Defne’nin Umay nineyle olan ilişkisindeki sarsılma ile de devam ediyor. Hiç hata yapmaz diye bilinen Umay nine de Defne’yi çok büyük bir hayal kırıklığına uğratıyor.

Diğer yandan Defne, Karaca ile kimsenin kuramadığı bir iletişim kuruyor. Bu ilişki o kadar içten ve samimi oluyor ki Karaca'nın babası, oğlunu Defne’den kıskanacak hale geliyor. Aslında Karaca da tam da Defne gibi dönemine uyumsuz bir karakter. Öyle ki, çok zeki olmasına rağmen üniversite sınavına girmeyi red ediyor. Bilgisayar bilgisini para kazanmaya kullanmak yerine hackerlık yapmaya kullanıyor. Buket Uzuner, romanda hackerlık ahlakına da gönderme yapıyor ve bunun aslında nasıl iyi amaçlarla kullanılabileceğini anlatıyor. Karaca ayrıca mizah anlayışı ile de Defne'yi güldürmeyi başarıyor ve saatlerce sıkılmadan pekçok insanın umursamadığı konularda sohbetler ediyorlar.

Bütün bu karakterleri yine Defne Kaman’ın kaybolması olayıyla tanıyoruz. Su romanındaki gibi Kutatgu Bilig ve kamanlığa önemli göndermelerle karşılaşıyoruz. Ama bu göndermeler Su’daki kadar yoğun değil. Kanımca Buket Uzuner, romanın sonunda belirttiği gibi, kendi yaşadığı zor günler ile romanı birazcık daha duygusallaştırmış. Dolayısıyla romanda şiirlere ve şarkılara da referanslar görüyoruz. Aşağıda romanda altını çizdiğim satırları, yeni öğrendiğim sözcükleri ve kitapta hoşuma giden referansları paylaşıyorum.

Altı Çizili Cümleler:

İnsanların, çocukluk yıllarının geçtiği coğrafyaya duydukları duygusal bağ ve aidiyet hissi yerçekimi gibidir. (Sayfa 17)

Biz farkına varmasak da her fırtınayı hazırlayan tabiat şartları mutlaka önceden birikmiştir. Fırtına bir sonuçtur. Akıl, fırtına toplanırken onu görmek ve tedbir almak için bize verilmiş bir armağandır. (Sayfa 20)

Anadolu’dan ümidini kesme Kemal. Anadolu yalancıyı, riyakarı ve zalimi mutlaka bağrından söker atar! (Sayfa 26 )

Zaten dünyamızın karşıtların barış içinde, yan yana yaşayabileceği bir gezegen olmasını hayal edip, devrim yapanlar, hiçbir zaman çoğunluklar olmamıştır. Bilakis, çoğunluk daima sürü psikolojisine kapılır ve diktatörler bundan faydalanmayı iyi bilir. Unutmayın, Hitler’i, Mussolini ve Franco’yu çoğunluk desteklemiştir! (Sayfa 32)

Bir erkeği babaya dönüştüren kız çocuklarıdır. Çünkü ancak bir kız çocuğu büyüten erkek kadınları anlamayı öğrenir. Aslında kadınları anlamak, dünyayı, doğayı ve hayatı anlamaktır! (Sayfa 50)

Dünyadaki en büyük şans, kendi değerini anlayabilecek kapasitede eşe ve dosta denk gelmektir. Dünyanın en büyük yalnızlığı, kendi çağında ve kendi kuşağında anlaşılamamaktır. (Sayfa 72)

Öyle rüya deyip geçmeyeceksin zaten. Bak nasıl kemiklerin içini emar makinesinde görüyorsak, rüyalar da ruhumuzun emarını çekerler. (Sayfa 75)

Türkçe dünyadaki en demokratik dillerden biridir, çünkü ‘O’ dediğinde hem dişil, hem eril tüm canlıları anlatırsın. Bizim mitolojimiz, erkek-kadın farkı olmayan dilde yazılmıştır ve bu yüzden çok özeldir. Böyle eşsiz eserler ancak tüm canlıları eşit gören bir zihniyetin anadilinde icat edilebilir. (Sayfa 103)

Eğer çocukluktan farklı düşünen ve farklılığını yaşamak isteyen biriysen, seni mutlaka herkese benzetmek isteyen azimli insanlar tarfından sahiplenirsin! Bunu sadece senin için yaptıklarına kendilerini o kadar inandırırlar ki, sonunda o yardım denizinde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını anlarsın! (Sayfa 148)

Ergenlik, bir bakıma çocukluk denen cennetten atılmak olduğu için insanın öfkesinin en şiddetli olduğu zamandır. (Sayfa 162)

Dünyayı değiştiren zeki ve yeni fikirlerin hiçbiri, kendi çağının kural ve inançlarına körü körüne itaat eden uyumlu çoğunluk arasından çıkmadı. Doğruluğuna inanılan fikirleri sorgulayıp, ötesini merak eden milletler beyin gücüdür, diğerleriyse tarih boyunca hiç istisnasız onları taşıyan beden olmuştur. (Sayfa 169)

Şimdi muhafazakarlık ‘conserve’ etmek muhafaza etmek, korumak anlamına gelir, di mi? Ancak, konserve kutusunda tarihi geçtiği için bozulan yemek de adamı zehirler, öldürür. (Sayfa 171)

Kendini dünyanın taşrasında gördüğü için sınırlı düşünüyor kişi. Sürekli savunma halinde olursan düşünemezsin. (Sayfa 175)

Evet, bizim artık 21. yüzyılın para biriminin dolar, yuro, tele hatta bit-coin değil de parlak ve özgür fikirler olduğunu kabul etmemiz şart! (Sayda 176)

Kişi adının manasını hak etmek zorundadır! Yoksa kendi gölgesi olarak yaşar koskoca bir hayatı… (Sayfa 192)

Dünyanın büyük sergilerde andığı ciddi bir Osmanlı medeniyeti var. Ancak o medeniyeti devam ettirecek kendi halkının içinden kendi dilinde düşünen, yeni ve farklı fikirler üreten kendi aydınını yetiştirmiyor Osmanlı. Bir avuç seçkin insan, az sayıda ‘paşa kızı’ okuyor, takma adla yazıyordu ama halk, bırak kitap okumayı, adını bile yazamıyordu. (Sayfa 207)

Türklerin neden Arap alfabesini terk ettiğinden daha önemlisi, Türklerin niçin kendi alfabesini bırakıp da Arap alfabesine geçmek durumunda kaldığıdır. (Sayfa 211)

Hasreti soğuyan ayrılıklar, acısı kabuk bağlayan yaralar ve nefesi soğumuş özürlerin artık değeri azalmış, eskimiştir. (Sayfa 219)

Ne söylemek istiyorsa onu söyleyenlerin o sade, o samimi kalpleri insanda minnettarlık uyandırır. (Sayfa 231)

Halbuki ortalama bir zeka ve fizikle doğmak aslında bir büyük şanstır. Çünkü ortalama insan sağlıklıdır ve herşeyi sağlıklı sınırlar içinde yaşama şansına sahiptir. (Sayfa 241)

İnsanlar alınıyor ama ‘sıradan’ demenin bir sakıncası yok. Aslında tam tersine ‘sıradanlık’ lükstür. En önemlisi, sağlıklı, sıradan, yani ortalama bir insan, bir buluş, keşif yapmak, büyük bir roman yazmak, en yüksek dağa tırmanmak, en hızlı koşmak, en yüksekten atlamak, kanseri iyileştirmek, popüler ve üstelik derinlikli bir şarkı bestelemek zorunda değildir. (Sayfa 241)

Bir insan kaç yaşına gelirse gelsin, babasının ağladığı an sarsılır, yerin dibine batar. İster iyi, ister kötü, ister uzak, ister yakın olsunlar; babalar ağladığında çocuklarının bütün dengesi sarsılır. (Sayfa 245)

Esk Türkler, değerli büyüklerini son yolculuğa bu yüzden alkışlarla yolcu edermiş… (Sayfa 257)

Hayat büyük aşklar, büyük zaferler ve büyük acılar değildir zaten. Hayat tuhaf ve ışık hızında çakıp giden ayrıntılarda sakladığımız hasret ve kırgınlıklarımızla yüklü bir bohça, bir sırt çantasıdır. İçinde rüyalarımıza senaryo olacağını bilmeden biriktirdiğimiz hayallerimiz ve arzularımız… (Sayfa 268)

Biz Türkçe Nevruz deriz, Kürtler Newroz. Aslında Nevruz, Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasına ait bir bahar kutlamasıdır. İran dahil, Azeri, Gürcü. Kırım Tatarları, Tacikler, Özbek, Kazak, Kırgızlar, Kürtlerin ve Türklerin ortak bahar bayramı. Türklerin Göktürklere; M. Ö 8. yüzyıldaki Ergenekon efsanesine kadar bağladıkları bir gelenek. Kürtlerse, 2500 yıl öncesi Kawa efsanesine bağlar Nevruz’u. (Sayfa 269)

Sonuçta bir kadının mutluluğunu babasından daha fazla hangi erkek karşılıksız olarak destekler ki? (Sayfa 270)

Yoksa aşk hiç bitmez; zamanın götürdüğü herşey çekilir, geçer gider, kurur, kaybolur ama eğer gerçekten var olmuşsa aşk mutlaka kalır. (Sayfa 271)

Güney Sibirya’da Kamanların özel doğan Kam bebekleri eğitmesi gibi, Romalılar da özel yetenekli insanların içine cinlerin girip onlara zeka kattığına ve koruduğuna inanırlarmış. İnançlarına göre bu cin çıkıp gittiğinde, o özel yetenekli kişi artık fani hayatına döner, sıradan biri olarak yaşama şansına kavuşurmuş. Yani cin gelip, sanat ve şifa etkisi yaptıktan sonra çekip başkalarına gidermiş. Bu antik cin inancı nedeniyle bugün hala dahilere ‘genie’ yani Latince cin kökenli bir kelimeyle ‘genius’ denmesi bu yüzdendir. (Sayfa 286)

Babası tarafından sevildiğine güvenen kızlar, bir erkeği sevmekten eskisi kadar korkmuyormuş. (Sayfa 287)

Kadınların sevdikleri erkekleri koruma sağduyusu olmasa, savaş ve cinayetlerin sayısı kaydı tutulamayacak kadar artardı. (Sayfa 312)

Cinsellik ve ölüm! İnsan medeniyetinin altında bu iki neden yatar. Onları kaldır her şey biter sevgili genç dostum. Evet, bu kadar ilkel ve şaşırtıcı, öte yandan bu kadar sade ve güzel, o derece korkunç ve sevinçli, çok hüzünlü ve çok hayalperest, çocuksu, kekremsi, esrarengiz, ürkünç. Aynı zamanda, ekmek ve su kadar basit ve yalın, lezzetli, büyüleyici ve yaşamaya değer… (Sayfa 313)

Eski sevgililerinizin mutluluğuna sevinmek, aşkın dostluğa dönüşmesi ve artık acıtmayacağı müjdesidir. (Sayfa 323)

İnsanın, yüreği çok daraldığında konuşacak tek bir yakın bulamaması kadar kalp kırıcı çok az şey vardır. (Sayfa 325)

Bir kadının en güzel olduğu zaman, kendini en güzel hissettiği andır. (Sayfa 328)

Aklın süsü dil / Dilin süsü sözdür / Kişinin süsü yüz / Yüzün süsü gözdür. (Sayfa 361)

Aile dostlarıyla neşeli yemek masalarından birlikte söylenerek yükselen şarkılarda saklı güven duygusu, çocukların en mutlu olduğu anıları arasında yer tutar. (Sayfa 398)

Güneş karanlıkta bir tek gün bile görünse ruhumuza iyi gelir… Hele dolunayda olursa o daha da iyi olur. (Sayfa 400)

Erich Fromm, tarihinin ilk günden bugüne geliştirdiği tek evrensel ortak dilin, sembol dili olduğunu iddia etmiştir. Bu yüzden rüyaların ve sembollerin anlamını önemsemek, mistik veya duygusal bir yaklaşım değil, aksine anlambilime dahildir denilebilir. (Sayfa 431)

‘Hepimiz’ kelimesi yürekten söylendiği zaman, dünyanın bütün dillerinde en güçlü söze dönüşür. Aşağılanma ve dışlanma korkusuyla her an bütün devreleri yanmaya hazır bekleyen insan beynini, mucizevi dokunuşla iyileştiren sihirli sözcüklerden biridir: ‘hepimiz’. (Sayfa 438).

Şiir insanın en büyük icadırdır. Şiir mucizedir, şiir dertlere deva ve ruhlara şifadır. Şiir yatıştırıcı hapların anasıdır. Zaten bu yüzden bütün Kamlar ozandır, bütün ozanlar doğuştan siharbazdır. (Sayfa 442)

Pir Sultan diyor ki: İlle dostun attığı gül yaralar beni. (Sayfa 457)

Dostlar seçilmiş akrabalardır. (Sayfa 493)

Gönül umduğuna küser. (Sayfa 496)

A kızım, onların çoğu genç kadınların aynı elbiseleri giyip, aynı yemekleri az yiyip, aynı sıskalıkta gezmeleri, aynı tip kocalarla, aynı semtlerde aynı lokantalarda kıç kıça oturup, birbirlerinin arkasından dedikodu yapıp, yüzlerine gülmelerini dayatıyor. Sen şükret ki, Defne gibi hayatı sahiden yaşayan kutlu bir evladın var! (Sayfa 519)

Hem zaten: Kuştur sevenin kalbi, kafese sığmaz! (Sayfa 521)

Eski Türkçe sözcükler:

eğretileme (Türkçe) = mecaz (Arapça) = metafor (İngilizce) (Sayfa 176)
devlet = mutluluk (Sayfa 195)
Sesinde arılar bal yapıyor. (Sayfa 222)
alkış = Teşekkür (Sayfa 257)
kabus = kara kuru düş (Sayfa 384)
alas: Amin (Sayfa 495)

Referanslar:

Aldo Leopold: Bir kum yöresi Almanağı (Sayfa 183, 365)
leopoldfoundation.com: Belgesel (Sayfa 365)
Türk felsefeciler: Macit Göktürk ve Ionna Kuçuradi (Sayfa 207)
Proust: Kayıp Zamanın İzinde (Sayfa 321)
Müzeyyen Senar: Geçmesin günümüz sevgilim yasla / O güzel başını göğsüme yasla. (Sayfa 398)
Keren Elezari: Hackers, The Internet’s immune system (TED.com)
Marc Prensky: Digital Natives, Digital Immigrants
Turgut Uyar: Göğe bakma durağı
Kaygusuz Abdal: Bir Kaz aldım

Thursday, July 24, 2014

Toplum Denen Tek Dişi Kalmış Canavar



İnsanlık olarak çok küçük şeylere çok büyük önemler atfetmeyi nedense cok iyi beceriyoruz. Halbuki hayatta çok daha büyük olup, örneğin küresel ısınma, susuzluk, açlık, savaşlar ve enerji problemi vs, küçük gösterilen onca şey varken. Mesela para diye birşey icat etmişiz ve insanlara verdiğimiz değeri onunla ölçüyoruz ve hayatımızın üçte birini onu kazanmak için harcıyoruz. Ben açıkcası hayatını daha az para kazanıp sevdiği işi yaparak geçirenlere daha çok özenirim.  Ya da evlilik diye birşey icaat etmişiz, iki insan arasındaki cinsel ilişkiyi bir imzaya bağlıyoruz. İmzadan önce aynı yatakta yatamazsın ama imzayı attın mı ömür boyu katlanacaksın. Bu da iki kişinin iki farkli cins olması koşuluyla elbette. Hoş bence bu durum eşcinsellerin işine yarayan bir durum, ne güzel evlilik gibi bir resmiyete ihtiyaç duymadan cinselliklerini yaşayabiliyorlar. Ben eşcinsel olsam evlilik konusundaki “eşitliği” hiç gündeme getirmezdim ama herkesin kendi tercihi tabii. 

Karşı cinsler arasındaki evliliğin temel şartlarından birisi de elbette kariyerlerin uyuşması. Yani kadın mühendis erkek apartman kapıcısı olamaz ya da tersi. Önce kariyerler uysun sonra iki tarafın aileleri aynı ırk, din, mezhep ve sosyoekonomik statüden olsun. Sevgi mevgi olayını boşver. Hem zaten zamanla seversin. Nikahta keramet vardır ya. Hele bir de o evlilik gecesi gelinle damadın beraber geçireceği “ilk” olduğu düşünülen gece yok mu. O geceye kadar özenle sakınılan isteklerin bir gecede oluvermesinin beklenmesi… Bu eziyeti toplum kendi kendine neden yapar, nasıl bir açıklaması vardır anlamak mümkün değil. Diğer memelilerin yerinde olsam insan denen türle baya dalga (annem babamın okuyacağını bilmesem burada t ile başlayan k ile biten sözcüğü kullanırdım ama onları üzmek istemem) geçerim. Belki de geçiyorlardır, kim bilir.

Toplumu evliliğe ikna ettikten sonra bir de ona uygun yaşaman gerekir. Özellikle kadınsan örneğin, artık evli bir kadın gibi yaşamak zorundasın. Ne demekse o? Artık sosyal ortamlarda bekar ve karşı cinsten biriyle arkadaşlık kurmayı bırak bir dialogta bulunmak sana ayıp olur. Mümkünse evli ve kendi cinsinden insanlarla takıl ama çok da abartma, herşeyini paylaşma, yüzeysel ol. 

İş evlilikle bitse iyi tabii. Bir de bundan sonra o toplum denen canavar senden çocuk isteyecektir. Erken yapsan, evlenmeden önce cinsel ilişki yaşamaya başladığına dair şüpheleri toplayabilirsin. Ne olacaksa? Geç yaparsan da muhtemelen sağlık sorunun vardır. Toplum canavarı sana azılı dişiyle değil ağlayan köpek bakışıyla bakmaya başlar. Tam ortada bir zamanda yaparsanız da çocuğun kaşında gözünde kusur bulunacaktır ama bu yine de en “hasarsız” yoldur bu.

Bundan sonra toplum canavarı size olan ilgisini kaybeder. Hem evlisiniz hem de eli ayağı düzgün, üzerine yorum yapmaya değmeyecek bir çocuğunuz vardır. Dikkatini daha “eğlenceli” çiftlere ya da bekarlara yoneltir. Taktığı bekarlarin çoğu 30 yaşını geçmiş kadınlar olur. Hayatlarını kariyer kariyer diye “tüketmiş”, ya da “armudun sapı üzümün çöpü” demiş kadınlar… Bu kendi halinde yaşayan, kendi iç dünyalarında mutlu kadınlara da depresyon virüsünü bulaştırdıktan sonra boşanma kararını vermiş çiftere ya da teklere, çünkü boşanma her zaman çift taraflı olmuyor, yönelir.

Boşanmak evlenmek kadar doğal olsa da karar vermesi cok daha zor bir süreçtir. Çünkü bu süreçte toplum canavarı evlenmiş çiftlere olduğundan çok daha arsızlaşır. Evlenme kararına herkes yapmacık da olsa sevinç tepkileri gösterse de boşanma sürecinde sahte de olsa aynı mutluluk gösterileri yapılmaz. Toplum canavarı  bu karara çok üzüldüğünü söyleyip aslında boşanan insanlara ne kadar acınacak durumda olduklarını hatırlatır. Boşanan çiftler kendi kalp kırıklıklarından ziyade toplumun o acıyan gözlerinden kurtulmak zorundadır artık. Nihayetinde insan hayatının “anlamı” olan birşeyi “başarısızlıkla” sonuçlandırmışlardır. Bundan sonra tekrar evlenmek isteseler bile toplum canavarı “başarısız evliliği” alınlarına bir kara damga olarak vuracaktır. Bir sonraki eşleri hep o başarısız evlilikteki insanla, bir sonraki düğün törenleri eski düğünle hatta belki doğmuş çocukları eskiden olan çocuklarla kıyaslanacaktır. 

Bütün bu zorluklarla ömrünün geri kalanında karşılaşmaktansa mutsuz oldugun insanla “belki severim” umuduyla hayatını paylaşmak daha kolay gelir haliyle. Bunun bir aldatmaca olduğunu ise yaşayanlar çok iyi bilir. 


Bu yüzden, toplum canavarının bütün baskılarından kendini sıyırıp boşanma gibi cesur bir karar almış çiftlere üzüntünüzü değil kararlarının arkasında olduğunuzu belirtiniz. Hatta alkışlayınız. Onların sizden istedikleri sizi üzgün görmek değil toplum canavarına karşı sizin desteğinizi hissetmektir. Ben bu yüzden boşanma oranının arttığını gördükçe açıkçası pekçok insanın aksine seviniyorum. Çünkü diyorum, bir çift daha mutsuz bir hayat geçirmekten kendini kurtardı ve toplumun kendisinden ne istediğini degil kendisinin hayattan ne istediğini öğrendi.

Saturday, November 23, 2013

Sonuncu

Yazar: Tahsin Yücel
Yıl: 2010

Tahsin Yücel Sonuncu romanında mükemmel denilebilecek gerçekçi bir ortamda gerçekliğe uymayacak kadar garip bir işe kalkışan Selami Harici'nin hikayesini anlatıyor. İstanbul'un soylu ailelerinden birinin çocuğu olan Selami Bey hiçbir zaman maddi kaygısı olmadan yaşamış ve Fransa'nın köklü okullarından Sorbonne'da felsefe doktorası yapmıştır. Kendisini çok seven karısı Zarıfe Hanım ve dört çocuğu ile mutlu yaşadığı orta yaşlarında Serencam isimli bir kitap yazmaya niyetlenir ve hayatının geri kalanını bu kıtabı yazmaya adar. Bu durum öyle hal alır ki Selami Harici'nin kararlılığı okuyucuyu hem hayran bırakır hem de bir acıma hissi uyandırır. Basıldığında büyüklüğü ile herkesi kendine hayran bırakan Serencam'ı yazarından başka hiçkimse okuyamamıştır. Kendinden sonrakiler de sadece bir baskısı olan dünyanın en büyük kitabının anlamını çözmeye çalışacaklardır. Kitabın sonuna kadar okuyucunun Serencam'ın gizemi konusunda merakını diri tutan roman insan ilişkilerine, toplumsal kurallara ve paranın gücüne önemli göndermelerde bulunyor. 

Selami Harici: "Söylemediklerimizin de bir varlığı vardır her zaman, hem de yüklü bir varlığı. Üstelik söylemediklerimizin yanında söylediklerimiz o kadar az şey ki! Ben işte bunların, tüm söyleyemediklerimizin kitabını yazmak istiyorum."

Selami Harici: "Zenginlik aklın baş düşmanıdır, yakaladığı yerde öldürür."

Zarife Harici: "Sonra düşündüm ki babaları tüm o sattıklarını kumar ya da kadın uğruna satmış olsa, bu kadar kızmazlardı belki. O kadarını kendileri de yapabilirlerdi. Ama öyle anlaşılıyordu ki yazınla felsefeyle uğraşmak, bu da yetmemiş gibi bir de yıllar yılı çatı katına çekilip koca bir kitap yazmak kolay kolay bağışlayamayacakları bir şeydi."

Selami Harici: "Özel ad evrenselin düşmanıdır, bütünlük ve sürekliliği yaralar, gerçeklikten kopmamak istiyorsak bunlardan kaçınmamız gerekir."

Serencam: "Her insan sol omzunda bir maymun taşır, sağ omzunda da bir papağan."

Serencam: "Bilinç olmayan yerde devrim olmaz."

Serencam: "Yaşam yolumun ortasında karanlık bir ortamda buldum kendimi."

Serencam: "Dünya dünya olalı böyledir bu: para parayı çeker. Hep aynı yerlerde toplanmaya çalışır o, öncelikle de alçaklara ve sıradanlara gider."

Serencam: "Olağandışı bir durum olur da yolunu şaşırıp bir yoksulun evine girecek olursa, daha da şaşırtıcı oluverir, saniyesinde kirletir adamı."

Serencam: "Başımıza ne bela gelirse, tek bir şeyden, rahat rahat evimizde oturamamaktan geliyor."

Canan: "Sevmek birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır."

Serencam: "Tüm insanlar birbirleri hakkında söylediklerini  bilselerdi koca dünyada dört dost bile kalmazdı."

Serencam: "İnsan için en tehlikeli yer neresidir, bilir misiniz? Yatağı... Evet yatağı. Çok sıradanmış gibi görünen bu tuzak tüyler ürpetecek ölçüde öldürücürdür. Düşünün birkez, babanız yorgan altına girmek gibi bir saçmalık yaptığı için ölmüş. Büyükbabanız da öyle, amcalarınız da, dayılarınız da, amcalarınızın, dayılarınızın, halalarınızın, teyzelerinizin çocukları da öyle: yıkım diye buna derim ben. Diyeceğim, insanlar gerçekten önlemci olsalardı, taksilerden, zararsız otobüslerden sakınacaklarına, evlerinde böyle bir eşya bulundurmaya yanaşmazlardı. İçinde kimseciklerin ölmediği bir eşya seçerlerdi dinlenmek için örneğin bir bilardo masası, bir çekmece, bir çamaşır sepeti... "

Serencam: "Ne kadar çok yaşarsam, yaşama bağlılığımı da o kadar fazla duyuyorum, kesinlikle. Gittikçe gömülüyorum onun içine, ona yapışmış, yapışmış, iyice yakalanmışım, Yiyor da yiyorum ağır mı ağır olduğumu duyuyor, yoğunluk içinde uyuyorum. Bir zamanlar bir bıçak ağzıydım, dünyayı yarıp yaşamın içinden geçerdim, Şimdi evren eskiden olduğu gibi şaşırtıcı, tuhaf, beklenmedik görünmüyor gözlerime, Tümüyle doğal görünüyor. Ondan kopmak benim için çok zor olacak, Fazla zamanım da kalmadı kuşkusuz. Yolun en büyük bölümü aşıldı, Hemen şimdi tüm bağları çözmeye başlamalıyım birer birer."

Thursday, October 31, 2013

Düğümlere Üfleyen Kadınlar

Yazar: Ece Temelkuran
Yil: 2013

Ece Temelkuran'ın hayata dair yazılarını siyasi yazılarına tercih eden ben bu son kitabını sabırsızlıkla beklemiştim. Çünkü biliyordum ki içinde kadınlar olacaktı, yaşam olacaktı ve tabii ki devrim olacaktı. Ama herşeyden çok Ece Temelkuran'ın kendisi vardı. Sadece yazılarından bile onunla arkadaşmışım gibi hissederken bu romanıyla kankalık mertebesine ulaştığımı söyleyebilirim. Romanın anlatıcı karakteri kendisi olunca hayata onun gözünden bakmaya başlıyor insan.

Çalıştığı gazeten siyasi yazıları sebebiyle kovulan gazeteci kadın (bilin bakalım kim bu) soluğu Arap baharının kalbinde alır. Elbette esas amaç bir roman yazmaktan çok gazetecilik yapmaktır fakat karşılaştığı olağanüstü kadınlar onu bir roman yazmaya iter. Bu kadınların ortak özellikleri ise hepsinin erkekler tarafından fena halde yaralanmış olmalarıdır. Sonrası malum, ortadoğu çöllerinde bu kadınlarla yolculuğa çıkıyoruz.

Romanı okurken yakın kadın arkadaşlarımın birkez daha kıymetini anladım. Bizler birbirimizin dostu, annesi, kızı, kardeşi, babası olma yeteğine sahibiz. Duruma göre anında rolleri değiştirip gereken rolümüzü alabiliyoruz. Tıpkı romanda Amira ve Maryam in dönüşümlü olarak erkek ve kadın rollerini alması gibi. Tabii herkesin en iyi olduğu roller de var.

Romanın ilk yarısını inanılmaz keyifle notlar alarak okudum. Belki de bu kısım çok gerçekçi geldiğinden bu kadar keyif aldım. İkinci kısmında ise bilmediğim çölleri hayal ederken biraz zorlandım. Bir de Ece Temelkuran her bölüme önce sonu anlatmak gibi bir tarz denemiş. Bu da benim biraz zaman kavramımı kaybetmeme sebep oldu. Ece Temelkuran'ın en sevdiğim özelliklerinden biri de hayattan metaforlar kullanarak durumu anlatması. Fakat bu romanda sanki biraz fazla kaçmış. Mesela "üçümüz de şaştık kaldık" yerine "herbirimiz bir ipe dizilmiş kuru üzümler gibi duruyorduk" (tam bu ifade değildi ama yakındı sanırım)  demesi akıcılığa biraz zarar vermiş gibi geldi.

Onun dışında hikaye çok değişik ama çok da bizden. Ortadoğu gibi insanın sıkılmasına bile fırsat olmayan coğrafyanın kadınlarıyla tanışıp dost oluyorsunuz. Aynı erkek tanrının hüküm sürdüğü coğrafyada kadınların kendi tanrılarını aradığı bir yolculuğa çıkıyorsunuz.


“Dans edemeyeceksem devrimi ne yapayım ben!” (Emma Golman)

İnsanlara güvensizliğin sürekli kaygısına boşverip hayal kırıklığının anlık kederini tercih eden biri.

Eğer hesapta intihar yoksa günahsız bir isyan yoktur.

Sersemlemek iyidir. Zihniniz bulanır, kalbiniz böylece berraklaşır.

Hakikatte kadınlar, bu alem içinde başka bir alemde yaşarlar. İçine aşklarını ve büyülerini üfledikleri bir alemdir bu. Erkekler biteviye o alemi hırpalar, yıkar. Kadınlar ise yeniden üfleyerek nefesleriyle kurarlar o alemi, Kadınlar, erkekleri de üfleyerek var ederler. Bir  erkek, bir kadının nefesi kadardır, başka hiçbir şey değildir.

Erkekler sadece kadınların dünyasına hürmet ve hayret etseler yeter. O da işte erkeklerin kadınlara üflediği nefes olur. Kadınlar, sürekli yıkılan dünyalarını o hürmet ve hayreti gördüklerinde yeniden kurmaya kudret bulurlar. Kadınların bu kudretli büyüsü korkutur erkekleri. “Kadınların büyücülüğü” dedikleri bu. Erkekler, kadınların kendileri orada olmasa da var olabileceğini anlayınca... O zaman işte adımız büyücüğe çıkar. Öğreneceksiniz. Kendiniz de o büyüden korkmamayı, hayatın o büyüden ibaret olduğunu öğreneceksiniz.

Felak suresi... Neffasati filugad... Sure, Düğümlere üfleyen kadınların şerrinden sakının diye buyurur. Büyücü kadınların şerrinden sakının.

Ağlamanın çıkaramayacağı kadar çok çileyi dışarı atıyor kahkaha.

Aşk, kadınlar yorulunca biter.

İnsan hiç tatmamışsa, keder için de dua eder. Kendinden bile gizler ama her insan bir kere mahvolmak ister. Bakmayın kimse bir cinnet dilemez, herkes yana yakıla kendi cehennemini görmek ister.

Yeni değil, hep içimizi ezdi bu memleket. Çok alçakça bir haksızlıkla mağlup edilmiş bir yetimi sever gibi seviyoruz biz onu. Memleket de az değil hani, hiç sevilmemiş bir yetim kadar vahşi. Biz başını okşayıp sarılmak isteyince bir daha onu terk edemeyelim diye bizi yiyip bitirmek istiyor.

İnsan ancak sevilince öğreniyor kendini sevmeyi.

Biz vurmayı dokunmak, kırmayı sevmek, öfkelenmeyi inanmak sanan çocuklardır. Ne kadar sevilsek tamir olmayız.

Amira, bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım. Yoksa hep böyle şapşal ve kavruk kalacağız. Bize kadınların nefesini genişletecek, o nefesin rüzgarına yelken açmamızı öğretecek bir kitap lazım. Yoksa biz ne kadar sevilsek tamir olmayız.

Erkekler ne kadar yaklaşsa da birbirine, birbirlerinin gövdesinin kimyasını değiştiremezler diye düşündüm. Ama kadınlar gerçekten konuşmaya başladıklarında yumurtaları bile konuşuyor birbiriyle.


Tanrı bizi sevmese bile cesur bir anne bize yetebilirdi...

Tuesday, October 22, 2013

Sadece Anne mi cani?

İki gündür haberlerde, sosyal medyada bebeğini ölüme terkeden öğretmen anneyi (M. D.) konuşuyoruz. Dokuz günlük bayram tatilinde bebeğini evde bırakarak ölüme terkeden annenin nasıl bu kadar cani olacabileceğine hayret ediyoruz. Sanki bu kadının çok normal bir hayatı varmış da sadece cani olduğundan böyle yapmış gibi davranıyoruz. Sadece aile ve sosyal politikalar bakanı Fatma Şahin annenin psikolojik sorununun olup olmadığını araştıracaklarını söyledi. Daha fazla bir sebep olabileceği ise kimsenin aklına gelmedi.

Bir kez evlenip boşanmış olan M.D.'nin babası onun bir daha evlenmesine her nedense karşıymış. M. D.'nin de polis olduğu iddia edilen bir adamla ilişkisi varmış. Bu ilişkiden M.D.'nin hamile olmuş olabileceği tahmin ediliyor. Komşuların dediklerine göre M.D. aylarca kimseyle görüşmemiş ve Hatay'daki ailesini de ziyaret etmemiş. Buradan hamileliğini saklamaya çalıştığını anlamak çok da zor değil herhalde. Babasının ve toplumsal çevrenin baskısını bu kadar üzerinde hisseden hamile bir kadının zaten mükemmel bir anne olamayacağı açık. Bebeğini ölüme terkettiğine göre de onu istemediği de çok açık. Eğer bu kadın kürtaj olmanın ayıp birşey olmadığına inansaydı ya da evlenmeden hamile kalmakla namusunun kirlendiğine inanmasaydı belki de göğsünü gere gere taşıyacaktı yavrusunu. Bayramda da ailesine torunlarını mutlulukla tanıştıracaktı ve bu kötü son olmayacaktı.

Fakat M.D. belki de namus cinayetine kurban gitmektense cani olmayı tercih etti. Kadın cinayetlerinin son 10 yılda yüzde binden fazla artış gösterdiği bir ülkede kadınların namus cinayetine kurban gitmekten korkmasından daha olağan ne olabilir ki? Belki de M.D. cinayete kurban gitmektense hapse girmeyi doğal olarak olumlu bir gelişme olarak görüyor.

İşin en dramatik yanlarından biri de kocası ya da ailesi tarafından namus cinayetlerine kurban gidenlerin, bıçaklananların neredeyse haber değeri taşımayıp M.D.'nin durumunun iki gündür manşetlerden düşmemesi. Öyle ya, ortada suçlu bir KADIN var nasılsa, vuralım vurabildiğimiz kadar. Bu kadın sanki bu bebeği kendi başına yaptı ki Meryem Ana olmadıkça bu imkansız biliyorsunuz. Ya da bu kadının sanki evlenmesine bile izin vermeyen babası çok anlayışlı bir adamdı da kızının evlilik dışı çocuk yapmasına laf etmeyecekti.

İki aylık, istenmeden dünyaya getirilen bir bebeğin bu şekilde ölüme terkedilmesi insan olan herkesin içini yakar. Fakat eğer bu kadın ailesine evlilik dışı çocuğundan bahsetseydi ya da kürtaj yaptırsaydı belki de hapiste değil mezarda olacaktı ve bizler M.D. diye bir kadının bu dünyadan gelip geçtiğinden bile habersiz olacaktık.

Friday, September 13, 2013

Hayatı Kaçırırken

Bugünlerde sevdiklerinden uzakta yaşamanın önceden çok da farkında olmadığım kötü yanının farkettim. Günlük hayatta çok da önemli gibi gözükmeyen ama hayatın tatlı yanlarını oluşturan küçük hikayeleri anlatacak kimse bulamadığından kendin de unutup gidiyorsun. Sevdiklerinle olsa belki katıla katıla gülerek ya da duygulanarak anlatacağın olaylar hafızandan uçup gidiyor.

Mesela metroda karşılaştığın evsize ister istemez mesafeli davranmaya çalışırken onun bir şekilde sana yaklaşıp memleketin hakkında kültür dersi vermesini kimseye anlatamıyorsun. Halbuki sevdıklerinle olsan bunu anlatır üstüne de bir ton felsefik çıkarımlar yaparsın. Ya da mesela araban çalışmadığı vakit "satsam mı acaba bunu ama kim alacak" diye düşünürken pencereye sıkıştırılmış "arabanızı almak istiyorum beni şu numaradan arayabilirsiniz" yazısı sizi sadece saniyelik gülümsetiyor ama sonra yine uçup gidiyor aklınızdan. Memleketimde anlatsam herhalde tasavvufun dibine vururuz. Ya da mesela gecenin bir vakti insanlara otobüsün yolunu sorarken birilerinin seni arabasıyla evine bırakması anlık konfordan öteye geçemiyor. Oysa bunun üzerine memleketim insanı aslında insanların o kadar da kötü olmadığını anlatır sana uzun uzun. İçine insanlara güvenmenin huzur dolar. Ya da mesela yolculukta gözlüğünü kaybettiğinde bulmak için sana yardım eden insanın gözünde bulabilirsin gözlüğünü. Hem iki kişinin de bunu farketmemesine hem de iki kişinin gözlük numaralarının tam tamına uymasına bütün yolcular sana bakarken katıla katıla gülersin ama sadece o kadar. Sonra bunu da anlatamadığın için unutursun.

Uzakta olmanın en kötü yanı bu şekilde hayatı kaçırmak bence. Ne kültür farkı, ne yemek farkı ne de dil farkı bu zorlukla yarışabilir. Anlıyorsun ki ne para ne kariyer hayatı kaçırmaya değer ama napacan artık kaçan kaçmış bir kere...

Saturday, July 27, 2013

Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları: Su

Yazar: Buket Uzuner
Yıl: 2012

Bazıları bir kitap okuduğunda hayatlarının değiştiğini iddia eder. Bana göre bu abartılı bir söylemdir fakat bence her roman insanın hayatına gizlice sokulur. Kimbilir belki de roman okumadan önce ve okuduktan sonra insanların beyin sinyalleri karşılaştırılarak bu olgu bir araştırma konusu yapılabilir. Ama bazı romanların etkisi ise gizli değil o kadar açıktır ki böyle araştırmaya gerek bile kalmaz. İşte ben Buket Uzuner'in Su romanında da aynı etkiyi hissettim. Tabii burada, romanda anlatılanlar ile Türkiye'nin son zamanlardaki sosyal ve siyasal durumunun etkisini de gözardı edemem.

Ülkemizin ben kendimi bildim bile sıcak bir gündemi vardı. Fakat son günlerde bu sıcak başlıklardan birisi çevre diğeri ise kadındır. Rant için, doğa ve tarih demeden her türlü katliamı göze almış iktidar aynı zamanda kadınların yaşam alanına ve biçimine de saldırılarını sürdürüyor. Ayrıca sunnilik dışındaki inançlar da her fırsatta aşağılanıp yok sayılıyor. Romanda da HES'lerden betonerleşmeye ve kadınların problemlerinden ülkedeki Alevi-Sunni ayırımına kadar her konuya değiniliyor.

Roman Alevi bir polis memuru olan Ümit Kaman ile gazeteci Defne Kaman'ın kaybolması sebebiyle karakola gelen üç kadın arasında geçen ilginç diyaloglarla başlıyor. Bu üç kadından birisi Defne Kaman'ın annesi, diğeri süslü ablası ve sonuncusu da ninesi Umay Bayülgen'dir. Bundan sonra komiser Ümit Kaman ile sahaf Semahat'in Defne Kaman'ı bulma macerasında buluyoruz kendimizi. Bu sırada Umay nineden Anadolu'nun ve eski Türkler'in kadim geleneği olan Kamanlık hakkında bilgiler alıyoruz. Kayıp gazeteci de kendisini arayan Ümit Kaman'a Yusuf Has Hacip'in Mutluluk Bilgisi anlamına gelen Kutadgu Bilig eserinden şifreler göndererek izini bulmasını sağlıyor.

Romanı okurken aslında Anadolu'nun ne kadar güzel gelenekleri olduğunu hatırlıyor insan. Doğaya, insana, hayvana, bilgiye bu kadar önem veren bir toplumken nasıl oldu da günde beş kadının katledildiği, HES yapmak uğruna güzelim derelerin ve doğanın kirletildiği, farklı mezhepleri olduğu için sevenlerin ayrı bırakıldığı bir toplum oluverdik diye hayıflanmadan edemiyoruz.

Kayın ağacının yeraltını, yeryüzünü ve gökyüzünü temsil etmesinden dolayı kutsal sayıldığı bir toplum nasıl oldu da ağaçlarını beton yapmak için kesen veya yakan bir toplum oldu? Kutsal olan kayın ağacının isminin kadın sözcüğünden gelen bir toplum nasıl oldu da namus ve töre cinayetlerine kurban giden kadınların özgürlüğünü, başını örtme özgürlüğüne indirgedi?

Bu romanı okuyana kadar Kutadgu Bilig hakkındaki bilgim dalga geçer şekilde okunan birkaç mısranın ötesinde değildi. Roman sayesinde aslında ne kadar da güzel geleneğimiz olduğunu öğrenerek sevinsem de bu geleneklerin unutulmaya yüz tuttuğunu görünce üzüldüm. İslamiyet öncesi Anadolu tarihinin çok anlatılmadığı öğrenim sistemimizde aslında Kutadgu Bilig'in hakkı verilse belki çok daha farklı bir toplum olabilirdik. Belki bu şekilde doğaya, insanlığa ve tarihe borcumuzu ödeyebilirdik.


Çocukları için hayırlı işler kurmak peşinde bir ömür koşar, onların mutlulukları konusunda asla umutlarını kaybetmezler. Zaten annelik, asla pes etmemektir.

Son ağaç öldüğünde, son ırmak zehirlendiğinde ve son balık tutulduğunda parayı asla yiyemeyeceğimizi anlayacağız. (Kızıldereli atasözü)

Midemiz ve cebimiz şiştikçe vicdanımız ve dünyamız fakirleşiyor.

Kalplerini gülümseme maskesi arkasına saklayarak daha fazla kırılmaktan korumaya çalışanlar, bir gün artık sahiden gülümseyemediklerini farkederler. 

Türklerin büyük bir kısmı Müslümanlığı ve bazıları da diğer tek tanrılı dinleri kabul edince, İslamiyetle karşılaşan Kaman geleneğinden Alevilik doğmuş, derler. Bu yüzden Aleviler, Kamanlar gibi kadın ve erkek yan yana semah eder, döne döne dua ederlermiş.

Bilgili insan bu kaygı içinde nasıl kahkaha atar / Ey bilsiz, sen dağ keçisi gibi debelen dolaş.

Sevenin sevdiğine kavuşması anlamına gelen 'vuslat' sözcüğünü yeni öğrenmiş ve çok sevmişti.

Bazen bir kuş sesi bile hayatın yaşamaya değer, alınan her nefesin ümit dolu olduğunu hatırlatmaya yeter.

Zeka sanılanın aksine güzellikten daha fazla kıskançlık yaratır. Zeka geçici değildir, üstelik köreltilmezse, yıllar içinde tecrübeyle serpilir, parlar, iktidar için güzellikten daha fazla işe yarar. Ancak bir kadın bedenindeki zeka hiç de aranan birşey değildir, zeki kadınlar kadar erkekleri korkutan iki şey daha vardır güzel erkekler ve çok iri zenci kadınlar. Çünkü dünya tarihinde son 5000 yıllık düzen, kadının güzel ve hizmetkar, erkeğin akıllı ve/ya zeki ve güçlü olması üzerine kurulmuştur. Bu düzeni bozan her kadın veya erkek düzen için tehlikelidir.

Büyük hayal kırıklıklarının bağışıklığı zayıflattığını kavrayan doktorlar, bu hastaların reçetelerine bol bol hayal kurma egzersizi yazmalı.

Yaşam demişti biri, düşünenler için bir komedi, hissedenler için bir tragedyadır.

İnsanın mutluluğunu sahiden paylaşacak birini bulması dünyanın en zor işidir.

Evet, tabiatın gücünü kadına benzetmek bütün kadim inançlarda ortaktır. Ancak, sadece doğurganlığıyla kadınla tabiat arasında bir bağ kurmak bize bir iltifat değil, aksine tuzaktır!

Akıl, tek bir cinsiyete bırakılmayacak kadar önemlidir. Hem erkekler de dahil, bütün insanlık zekasını anneden alır; sonun da genetikçiler de artık ispatladı bunu.

Plastik, insan ırkının sonunu getirecek lanetli bir icattır.

Çıkarsız paylaşılan saf mutluluk o kadar eşsiz ve nadir bir güzelliktir ki, onun bu yüzden dünyada daima en çok kıskanılan ve satın alınamayacak tek mutluluk olduğu söylenir.